Fahri Kiğılı Kimdir ?

Tam adı İbrahim Fahri Kiğılı 1319 (1901) yılında Malatya’da doğdu. Baba adı Kiğılızade Yahya, ana adı Hediye’dir. Aile köken olarak Bingöl’ün Kiğı ilçesinden göçme olduğu için, soyadı kanunu çıktığında Kiğılı soyadı alındı.

Hacı Fahri Efendi, bir ticaret adamı olarak başladığı hayat mücadelesini Kur’an hadimi bir hocaefendi olarak sürdürüp noktaladı.

30 YAŞINDAN SONRA HAFIZ OLDU

Diğer taraftan, 30 yaşından sonra hıfzını tamamlayarak hafız oldu. Bir müddet, Nuruosmaniye Cami’nin başimamı Hafız Hasan Akkuş Hocaefendi ile birlikte Nuruosmaniye Kur’an Kursunda hocalık yaptı. Çemberlitaş Atik Ali Paşa Camii’nin resmi imam-hatibiydi. Buradan aldığı maaşı fakirlere dağıtırdı. Asıl gelir kaynağı kumaş ticaretindendi. Bir süre sonra Çarşı kapıda kendisi bir Kur’an Kursu açtı.

1951 yılında kurulan İlim Yayma Cemiyetinin 68 kurucusu arasında yer aldı. 1954 yılında, yaptırdığı Taşlı tarla (Gaziosmanpaşa) Dörtyol Camii faaliyete geçince, Kur’an kursu hizmetini bu caminin altına taşıdı.

Her işini istihare ile yapardı. Nitekim Çarşı kapıda bir iş yeri (Kiğılı Pasajı) satın almak istemiştir. İstihareye yattığında rüyasında Peygamber Efendimizi bir otobüste görür; kendisi ise durakta beklemektedir. Peygamber Efendimiz, “Hacı Fahri Kiğılıyı da otobüse alın” der. Hacı Fahri Efendi, “Oradan aldığım parayla, Allah’ın izniyle bu binayı (Dörtyol'daki Külliyeyi) yaptım, Malatya’da vakıf (Kiğılı Vakfı) kurdum” demiştir.

Aşere takrip usulüyle Kur'ân’ın yanı sıra Arapça da öğretildi. Ramazan aylarında evinde özel bir cemaate üç günde bir hatimle teravih namazı kıldırırdı.

MALIYLA CANIYLA İSLAM'A VE KUR'ÂN'A HİZMET ETTİ

1955’te Diyanet İşleri Reisliğinin vaizlik imtihanını kazandı. Eyüp Sultan, Sultanahmet ve Üsküdar Atik Valide Cami'lerinde vaaz ederdi. Vasiliği esnasında gerçekleri söylemekten hiçbir zaman çekinmezdi.

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır”, “Allah yolunda yapılan bir iyiliğe Cenab-ı Hak on misli karşılık verir” düsturlarını etrafındakilere çokça hatırlatan ve, “Biz bir musluğuz; suyu akıtan başkası” diyen Hacı Fahri Efendi, malıyla canıyla İslam’a ve Kur'ân'a hizmet etti.

Kur’ân kursunda yüzlerce talebeyi, onların her türlü iaşe ve ibadetlerini bizzat karşılamak suretiyle okuttu, yüzlerce hafız yetiştirdi. Kurstaki talebeler adaba aykırı bir şey yaptıkları zaman onları hilm ile güzel bir şekilde ikaz ederdi. Her sene kursta hafızlık cemiyeti yapılır  ve İstanbul’un ileri gelen alimleri, kuraları, hafızları bu cemiyete iştirak ederlerdi. Her cemiyette yemekler yapılır ve bütün davetlilere ikram edilirdi.

Yaşlılığı sebebiyle Kur’an kursu hizmetini bizzat devam ettiremeyeceğini anlayınca 1966’da, Gaziosmanpaşadaki binayı Kur’an Kursu Veya İmam-Hatip Okulu olarak hizmet vermesi için İlim Yayma Cemiyetine devretti. Bir dönem “H. Fahri Kiğılı İmam-Hatip Okulu” adıyla hizmet veren bu bina, halen “Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi ve “İlim Yayma Cemiyeti Hacı Fahri Kiğılı Ortaöğrenim Erkek Öğrenci Yurdu” olarak hizmete devam ediyor.

 

HAZRETİ PEYGAMBERE AŞIK BİR İNSANDI

Hacı Fahri Efendi, 24 sefer hacca gitmiş aynı zamanda Hz. Peygamber’e aşık bir insandı. Hac ibadetini yasaklandığı zamanlarda dahi İtalya üzerinden hacca giderdi. Ali Ulvi Kurucu (2002), “Türkiye’de sadece 7 kişinin hacca gittiği dönemler oldu. Bu 7 kişiden biri muhakkak Hacı Fahri Kiğılı olurdu” demiştir. Hac dönüşü teberruken Medine-i Münevvere’nin toprağını da getirdi. Herkes bu toprağı bereket olsun diye, en mutena bir hediye olarak saklardı.

Hacı Fahri Kiğılı Efendi, 23 Aralık 1968 yılında vefat etmiştir. Kabri Eyüp Sultan mezarlığında, Piyerloti meydanı yakınındadır. Vefat ettiği gün, kendisini rüyasında görenlere, “Ben artık gençleştim!” demiştir.

 

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi hatıralarında dedesi Fahri Kiğılı’yı anlatıyor.

"Ben onun büyük torunuyum. 1901-1968 doğumu, vefâtı.

Gençliği, bir ticaret adamıydı. Malatya’dan İstanbul’a geliyor. Manifatura işiyle meşgul oluyor.

Birtakım zuhuratlar oluyor kendisinde, kendisini İslâm’a adıyor, nezrediyor. Kırk yaşında hafız oluyor. Ki, kırk yaşında hafızlık, mâlumunuz, zordur yani. Çünkü kırk yaş, hafızlık için yaşlılık çağıdır, ihtiyarlık çağıdır. Kırk yaşında hafız oluyor.

Nakşibendî meşâyıhından Hasib Efendi’ye intisâb ediyor. Çemberlitaş Atik Ali Paşa Câmii’nde imamlık vazifesi görüyor. İmam maaşını aldırırdı müftülükten, onu da talebelerine infak ederdi.

Tabi burada hadîs-i şerîfte:

“İki kişiye gıpta edilir:

Biri, kendisini Kur’ân’a adayanlar. İkincisi, mal-mülk vs. neyi varsa Allah yolunda sarf edenler.”(Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)

Bunlara Rasûlullah Efendimiz “onlara müjdeler olsun” buyuruyor.

Tabi bu, sırf bu üç büyük şey değil, o zaman; daha evvel sempozyumu yapılan Hocaefendiler vardı. Bir kıraat imamı şey vardı, Yeraltı Câmii’nde Ali Efendi vardı. Bir Zekâi Konrapa vardı, bize siyer dersini veren, bize siyer zevkini veren, Efendimiz’i tanıtan.

Velhâsıl o zamanlarda, elhamdü lillah, bu hocaefendiler, canlarıyla, dişleriyle, bütün fedakârlıklarla gayret hâlindelerdi.

Fahri Kiğılı Çemberlitaş’ta oturuyordu. Oturduğu evin alt katını gayr-i resmî bir Kur’ân Kursu hâline getirmişti.

Ben görürdüm, ufaktım tabi ben, İmam Hatib’in ilk talebelerindendim. Anadolu’dan bir kişi, ince bir şilteyi böyle sarar urganla, çocuğunun da elinden tutar, bir de elinde şu kadar bir bulgur torbası, getirirdi. Nereden başlardı? Sultanahmed İmamı Gönenli Mehmed Efendi’den başlardı. Orada çocuğunu dolaştırırdı; ben bu yavrumu nereye bırakayım diye. Dedemin oraya gelirdi. Dedem derdi:

“–Bak oğlum derdi. Yer bu kadar bak, burada yiyor, burada yatıyor, burada şey… Yer yok.” derdi.

“–Hoca derdi, sen bilirsin.” derdi, şilteyi bırakırdı o da kaçıp giderdi. Artık şey de…

Hattâ hatırımdadır, o gün sayfa verenlere, ders verenlere yirmi beş kuruş verilirdi, veremeyenlere de yirmi beş kuruş verilirdi. Verenlere otuz-kırk kuruş verilirdi. Yani imkânsızlık da çoktu.

Kur’ân Kursu’nu sık sık polisler basardı. Tabi gayr-i resmî bir şey. Polis:

“–Aman hocaefendi derdi; bizim başımızı derde sokma derdi. Bu talebeleri dağıt.” derdi.

Rahmetli dedem dağıtırdı. Fakat birkaç gün sonra tekrar açardı. Yani bir roman vardır “Sûfî-Komiser”diye. Neredeyse bu Sûfî-Komiser oynanırdı. Devamlı bir baskı ortamı şeyinde, devamlı o zor anlarda bir hafız yetiştirmek…

Tabi bunu ferdî olarak da meselâ Abdurrahman Efendi, o da camisinde, diğer bazı hocaefendiler caminin kenarında hafız yetiştirmeye gayret ederlerdi.

Hatırımda kaldığına göre Üçbaş Medresesi vardı o zamanlardan. Fahri Kiğılı’nın sonra Taşlıtarla’da bir Kur’ân kursu vardı. Nûruosmaniye Kur’ân Kursu vardı. Süleyman Efendi’nin de, bu şeyde, Çamlıca’nın arkasında ufak bir kurs… Hepsinin talebesini toplasak, yekûn olarak, bugünkü bir Kur’ân kursu kadar bile değildi.

Fahri Kiğılı vaizlik de yapardı. Tabi zaman zaman bu vaizlikte taşardı, coşardı, kendini tutamazdı. Hemen arkadan karakola davet edilirdi. Bugün çok rahat söylediğimiz şeyler, o zaman yasak sözlerdi.

1954 yılında bir rüya görüyor. Rüya üzerine bugün Gaziosmanpaşa Taşlıtarla’da, o zaman bomboş Taşlıtarla’da bir câmi bir de Kur’ân kursu inşaatına girişiyor. Bugün hâlen İmam Hatip orada devam ediyor, câmi de devam ediyor.

Oraya belediye otobüsüyle giderdi. “Aman beş kuruş ayrılsın, onu ben hafızlarıma vereyim illâ ki…”

Annem rahmetli, sıkıştırırdı:

“–Baba derdi, ne olursun derdi, ufak bir araba al.” derdi.

“–Peki kızım.” filân derdi, geçiştirirdi.

Yeter ki, ne kadar tasarruf ederse, o tasarrufu, o hafızlar için harcayacak.

Ramazan’da bir gün Atik Ali Camii’nde teravih kıldırırdı, bir gün de evinde kıldırırdı. Evinde ya üç kişi, ya dört kişi olurdu. Çünkü üç günde bir teravihte hatim indirirdi. Ne kadar, yani on sayfayla. Zaman zaman da dinlenirlerdi arada. Biz de tabi bakardık ancak. Yani orada iki üç kişi ancak dururdu. Herhâlde sahura yakına kadar o devam ederdi.

Yani bütün gayesi Kur’ân-ı Kerîm’e olan hizmetti.

Yirmi küsur sefer, çok, mânevî şeyi çok zengindi, mânevî dünyası. Tahmin ederim, o zaman zor zamanlar, vize verilmiyor filân, yirmi küsur hacca gittiğini tahmin ederim. Gidişler kaçaktı. Bazen hudutta dövülürdü, dayak yiyerek gelirdi. Hattâ bir zaman da, bir dostumuz söylüyor, o tellerin altından geçerken üst-baş yırtılıyor, o şekilde, hattâ o ahbâbın evinde dikiyorlar şeyini, o şekilde yine devam ediyor."